
“Kutsal kitap”lara göre, Yaratılış olarak “var ediş” ve Tufan (Kıyamet) olarak “yok ediş”, sadece tanrısal bir şekilde söylenmiş ‘var ol’ veya ‘yok ol’ sözcüklerinin anlık ürünü değildiler…
Dinsel anlatımlarda (ve eski Akado-sammaru ilahilerinde) “Yaratılış” ve “Tufan” (Kıyamet),tamamen takvimsel bir değer temelinde gerçekleşmekteydi.
Eski Ahit’te “Yaratılış”, “6 gece ve 6 gündüz” boyunca sürmüştü:
“Tanrı yapmakta olduğu (yaratma) işini 7. gün bitirdi.
O gün işi bırakıp dinlendi.
Yedinci günü... Kutsal bir gün olarak ayırdı.”(Eski Ahit-Yaratılış)
Takvimsel değerler, sadece ‘Yaratılış’ta sırasında değil, “Kutsal Yok Ediş” (Tufan, Kıyamet) sırasında da kullanılmaktaydı.
"Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, k
uşları yeryüzü’nden silip atacağım, çünkü onları yarattığıma pişman oldum...” (Eski Ahit)
diyen Tanrı burada da; sadece “insanlar”ı değil, normal şartlarda “suçsuz” olması gereken “hayvanları, sürüngenleri ve kuşları” da “Yeryüzü”nden yok etme isteği göstermiş ve fakat bu isteğini de, basitçe söylenmiş bir ‘yok ol’ sözüyle yerine getirmeyi tercih etmemişti.. Tufan anlatımındaki Tanrı, “söz”ün anlık gücüne değil, inceden inceye düzenlenmiş ve Sümer-Babil tabletlerine göre “6 gündüz, 6 gece” süren ve bize ulaşan tanınmış varyantta, “su taşkını, sel” haliyle tanıdığımız bir “Tufan” düzenlemeyi tercih etmişti.
“Soru: Kur’an-ı Kerim’de “Biz kâinatı altı günde yarattık” deniyor. Allah’ın bir günde yaratmaya gücü yetmiyor mu, diyorlar. Bunu nasıl izah edeceğiz? “
İnsanbilim bakımından Kutsal Kitaplar ve kutsal inançların kaynakları daima önem taşımıştır. Eski Akado-sammaru toplumlarının yapısını anlamaya çalışırken, Kutsal Kitap’lar, onların özellikle de başlangıç bölümleri, irdelenmelidir. Çünkü Eski Ahit’in ( ve ona da dayanan Kuran’ın) ‘Yaratılış’ ve “Yok Ediş” anlatımları, geride kalan birkaç bin yıl içinde değişmiş, bozulmuş ve giderek soyutlanarak idealize edilmiş olsa da, “Sümer” adı verilen uygarlığın eski tarih anlatımlarına dayanmaktadır. Bu nedenle, “Sümer” kayıtlarından ve erken ilahi parçalarından bağımsız olarak yorumlanacak, seremonisel bir “Yaratış” ve “Yok Ediş” anlatımları, böyle durumlarda hep tek ayak üzerinde yürümek zorunda kalacaktır. Bunun karşılığında ise, “Kutsal Kitap” anlatımlarının derinlemesine incelenmesi, “Sümer” kayıtlarının daha köklü anlaşılmasına da hizmet edecektir.
“Sümer söylenceleri”, “mitolojileri”, “hurafeleri” olarak nitelenen ve kutsal dinlere temel teşkil eden eski anlatımlar, başlangıçtaki halleri bakımından, eski toplumun en gerçek ilişki tanımlarını içeren ilahilere dayanmaktaydı. Sonradan tabletlere kaydedilen sözlü ilahi kaynaklarına ‘hayal ürünü mitoloji’ vb. biçimindeki yaklaşımlar, bu tür kayıtların eski toplumun gerçek bir tarih iskeletine geçirilerek yorumlanmasını büyük ölçüde önlemiştir.
“Kutsal kitap”lar ve eski ilahilerde, “40’lar”, “50’ler”, “70’ler”, “100’ler” biçimli kavramlara hep rastlıyoruz. Hesiod’un ‘Tanrıların Soy kütüğü’nde aktardığı “100 kollu” yaratıkların bir ‘fantezi’, ‘hayal ürünü’, ‘mitolojik bir motif’ oldukları iddiası “yüz kollu” bir insanın olmadığı ve olamayacağı gerçeğine dayanmaktaydı. Fakat bu kavramın, ‘yüz kolu olan bir insanı’ anlattığına nasıl hükmediyoruz? Burada , “Yüz kollu yaratıklar” tanımının ancak “Yüz kolu olan bir yaratığı” tanımlayabileceğinden hareket edildiği; dolayısıyla ‘hayal ürünü’ diye inanılmaması önerilen bu kayıtların tanımlarına harfiyen inanılmış olduğu ortaya çıkıyor. Mesela Priamaos’un ‘sağ kolları’ olarak da değerlendirilen “50 oğlu”nun kollarını topladığımızda, tam tamına “Yüz kol” ediyordu! “50” rakamı ise, erken İlahilerde Enlil’in sembolü; “Ellil”in ifade ediliş biçimi olan bir “Elli” idi. Gılgamış’ın yoldaşlarının toplamı “Elli” idi. Şimdiki Bektaşiliğin “Kutsal Kırkları”, erken dönemde Enlil-Ellil inançlı topluluklarda “Kutsal 50’ler” şeklindeydi. “İstanbul entelektüelleri”, günümüzde bile “Yüzler meclisi”, “binler meclisi” kurarken, bu çok eski “kutsal kırklardan,kutsal ellilerden,kutsal yetmişlerden”, “yetmiş iki buçuklu” jargonların takipçileri olduklarını bir an düşünme yetkinliği bile göstermişe benzemezler.Hitit dönemimde bu, tıpkı Hint kastlarında olduğu gibi, “kutsal binler” şeklindeydi. Musa, “Yürüyün ey Dağlar!” dediğinde, “gezgin tanrı çadırı” anlamındaki bu “dağ”lar, kutsal çadırı taşımakla görevli dini şahısların omuzlarındaki sırıklar aracılığıyla, bir tahterevan, bir tabut gibi, “yürümeye” başlıyorlardı.
Truva keşfedilinceye değin, İlyada, en fazla, Homeros’un başarılı kişisel bir ürünü olarak algılanıyordu. Kazıtlarla ortaya çıkarılan Sümer yerleşimleri de, eski tablet kayıtlarındaki ilahilerin, bu yerleşim birimlerinin kendi içlerinde ve karşılıklı olarak yaşanmış gerçek tarihin bir anlatım biçimi olduğunu kabule zorluyor. Bu bakımdan, tabletlerde kullanılan, hiç olmazsa en temel kavramların eski içeriklerini ortaya çıkardığımız ölçüde, erken ilahilerin anlamları güncelleşecek; bu ilahilerde anlatıcılarımızın, yaşadıkları haliyle olguları anlatmış oldukları daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.
Eski ilahilerde ve şimdiki “Kutsal Kitap”larda ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Dağ’, ‘Koyun’, ‘Keçi’, ‘Yüz kollular’, ‘Tek gözlüler’, ‘Şeytan’; ‘İnsan’, ‘Ateş’, ‘Su’, ‘Kısır’ gibi bazı temel kavramlar üzerinde bu nedenlerle duruyoruz. “Aydınlanma” döneminin düşünürleri de dahil, onlara dayanan bizim ateist çevremiz de, dinsel metinleri, kavramların o anki anlamları temelinde okumaktan öteye geçemedikleri için, onlarda sadece “uydurma”, “fantezi”, “masal”, “hurafe” bulmuşlardır. Kuşku yok ki, dinsel metinler bu noktalar bakımından hayli zengindir. Ama yine de, bilimsel yaklaşım, dinsel metinlerin, şimdi artık kayıtları ortaya çıkmış eski Mezopotamya tarihi, kültürü ve gerçek toplumlarının yaşam ilişkileriyle bağ içinde ele almayı gerektirirdi.
Bu metinlerde, ve o dönemdeki tanrıların konuşmalarında, “Yer” ve “Gök” özel vurgularla kullanılmış ise, bunun nedeni, o sözlerle onlar şimdiki anlamıyla “Gök” ve şimdiki anlamıyla “Yeryüzü”nü anlatmak istedikleri için değildi. “Yeryüzü-Toprak, Dünya” ve “Gök”, Mezopotamya’nın “Yukarı” (Kuzey) ve “Aşağı” (Güney) bölgelerindeki gerçek toplulukların coğrafi düzeninin anlatım tarzıydı da, o dönemim tanrıları “Kuzey”in temsilcisi ise, Güney’deki topluluğu “Aşağılık” görüyor ve onlara “aşağılık insan” muamelesi yapıyordu. “Yukarı”da olanlar ise “Yüce”, “Yüksek” varlıklar olarak kavranmaya başlanmış olmalıydı ve bunların kalıntıları bizlere “tanrı”lar ve “tanrı oğulları” olarak gelmiştir. Sabii’lerin Kuzey yöne dönerek tapınmaları ; “ateşten yaratılmış Şeytan”, “Toprak”tan (aşağı’dan, Güney’den) yaratılmış Adem’i “aşağılık” görüp de ona secde etmeyince, Tanrının bu “Yukarı”nın Şeytan’ına, “ne o Yücelerden mi oldun?” diye azarlama kalıpsal kavramlarını kullanmasının vb., vb. nedenleri bunlardı.
Yaratılış, anlatımını incelerken, “neden ille de 6 gün” diye bir soru sorulduğunda karşınıza, anlatım tarzının, eski toplum birimler arasındaki ittifak ayinlerine ilişkin olabileceği ve farklı din ve mezheplerin kutsal günlerinin Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi veya Pazar olarak saptanmasının peygamberler arası rekabetten değil; o gün, diğer topluluklara insan kurban sunan toplum birimlerin iç ve dış yamyamlıktan uzaklaşma çabasının ve anlamının bulunduğu ortaya çıkar.
Eski “Sümer” toplulukları, ötekilerle karşılaştırıldığında birer uygarlık abidesi olsalar da, yine de, 5–6 bin yıl önceki insan toplumunun bulunduğu maddi koşulların bir adım daha ilerisinde değillerdi. Yerleşik düzene henüz geçmekte olan, yarı-yamyam bir topluluğa ait göreceli bir uygarlık düzeyi, dönemin yaşamsal sorunlarının, yine göreceli bir barışçılıkla ele alınmasıyla şekillenmeye ve belirmeye başlıyordu. Böyle bir toplulukta, gelişigüzel yamyamlık ediminin; yılın, ayın, haftanın belli günleriyle sınırlanmış bir insan kurban töreni haline dönüşmesi bile tek başına büyük bir uygarlık adımıdır. Toplum birimlerin kendi içlerinde ve ötekileriyle ilişkilerinde, giderek kutsallaşacak ve sembolik kalıntıya dönüştürülerek toplum hayatından fiilen uzaklaştırılacak olan bu tür uygulamalar, uygarlık sürecinin, bir yönüyle kutsallık kavramının gelişimiyle atbaşı gitmiş olduğunu gösterir.